Nereye koştuğun değil nereden kaçtığın önemli
Murat Bilgili, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunu. İhtisas için Adlı Tıp’ı seçiyor. “Ne iş yapıyorsun?” diye soranlara, “Ölü doktoruyum” diyor çünkü ancak o zaman anlıyorlar.
Adli Tıp uzmanı olmak zorlu bir iş, on binlerce ölü görüyorsun ve hayatı, ölümü fena halde sorgulamaya başlıyorsun. Bilgisi de, sonunda kafaya sıyıracak hale geliyor. Adli Tıp’ı bırakıyor, psikiyatriye yöneliyor. Şu anda hem yazarlık vedanışmanlık yapıyor. Şirketlere ve bireylere, kişisel gelişim konusunda eğitim veriyor. Farklı, nevi şahsına münhasırbir adam…
ESKİ ADLİ TIPÇI, YENİ YAZAR VE DANIŞMAN
+ Nasıl başladı Adli Tıp maceranız?
– Tıp fakültesini bitirince ihtisasımı yapmak üzere Adli Tıp’ı seçtim.
+ Niye?
– Felsefeye meraklı bir tiptim. Yaşam ve ölüm olgusuyla meşguldü kafam, çok okuyordum, ilginç geldi. “Zamanı gelince, orayı basamak gibi kullanıp, başka bir yere de geçerim” diye düşündüm. Ama dikkat etmek gerekiyor, bazen basamak yapmayı düşündüğümüz yerler, evimiz haline geliveriyor. Morg da benim evim oldu.
+ Yaptığınız işin ürolog, kardiyolog vesaire gibi özel bir ismi var mı?
– Yok. Adli tıp uzmanı… Ama tabii kimse ne anlama geldiğini kestiremiyor. Tekrar tekrar soruyor, “Nasıl yani? Ne yapıyorsun yani? Hangi bölümde çalışıyorsun yani?” “Morgda” diyordum, “Morgda çalışıyorum, ben ölü doktoruyum!” O zaman anlıyorlardı.
+ Kaç ölü gördünüz?
– Oooooooo. 10 binden fazla. Orada canlı yok ki zaten. Canlılar çalışanlar. Gelenler ölü. Ve sonra otopsi. Herhalde binden fazla yapmışımdır.
+ Nasıl bir süreçtir otopsi? Ne hisseder insan?
– Başkalarını bilemen ama ben, kafayı sıyırma noktasına geldim. Duyarlı biriyseniz, otopsi sırasında, hikayeyi öğrenince, siz de onun bir parçası haline geliyorsunuz.
+ Nasıl yani?
– Yüzlerce insan… Yaşlı, genç, hamile, çocuk, bebek… Ve yüzlerce hikaye… Hekim olmanıza, alışık olmanıza rağmen sarsılıyorsunuz. Otopsi kıyafetlerinizi giyip aşağıya iniyorsunuz ve o her zamanki koku karşılıyor sizi.
+ Ne kokusu?
– Ölümün kokusu. Otopsi salonları ne kadar havalandırılırsa havalandırılsın, ne kadar temizlenirse temizlensin, o kendilerine has kokuyu taşır. O kadar ki, orada çalışıyorsanız, sizin de üzerinize siner ve takip eder. Bir yemeğe filan gittiğinizde kendinizden şüphelenirsiniz, “Acaba üzerimdeki ölümün kokusunu onlar da duyuyorlar mı?” diye.
HAMİLE BİR KADIN ÖLMÜŞ O BEBEĞİN GÜNAHI NE
+ Peki morgdaki çekmeceler ölü dolu. İnsan korkmaz mı?
– Hayır. Ama ressam Goya’nın çok meşhur bir resmi vardır. İnsan beyninin canavarlar yarattığını anlatır. Eğer morgda yalnızsanız ve geceyse, ışık ve gölge oyunları ya da her neyse, mistik, parapsikolojik süreçler başlayabilir. Korku demeyelim de, ürperme belki. Ama daha fenası, hayatı ve ölümü sorgulama süreci… Çünkü orada yatan bütün insanların bir hikayesi var. Mesela bir defasında aşağıya indim, karşımda gencecik bir kız yatıyordu. Birazdan onu otopsi yapmam gerekiyordu. Çıplak ve melek gibiydi. İç kanama olduğu için yara, bere yok, sanki uyuyor. Baktım ve dedim ki, “Ne kadar güzel bir ceset!” Sonra bu söylediğim şeyden utandım, dedim ki, “Cesetin güzeli olmaz! Öldü o, ölü o.” Hemen savunmaya geçip, mesleki bir terminoloji kullandım, “O, bozulmamış bir ceset!” Bir gün sonra, tekrar aşağıya indim, yakınları daha almaya gelmemişti, dolaplar da dolu olduğu için, dışarıda kalmış, yanına gittim baktım, bozulmaya başlamıştı. O zaman kendi kendime sordum, “Güzellik nedir? Dün gördüğüm kimdi? Bu kim?” O zaman anladım ki, “Güzel olan hayatiyet!” Yaşam olduğu zaman, ortaya zarif, estetik bir şey çıkıyor, bir şey hayatiyet olduğunda güzellik kazanıyor. O gün, sahip olduğumuz her şeyin, her değerin, her duygunun, canlıyken tadını çıkarmamız gerektiğini anladım çünkü bir süre sonra gidebilir.
+ ‘Ölü doktoru’ olmak, hayata bakışınızı değiştirmiş o zaman…
– Tabii, tabii. Pek çok olay çarptı beni. Hamile bir kadın ölmüş mesela, karnında bebeğiyle. Kafa yine karışıyor tabii, o bebeğin günahı bile yoktu, doğmadı ki ölsün? Yanda yaşlı bir adam, onun yanında kaza kurşunuyla can vermiş genç bir adam, 6 yaşında bir çocuk. Bu insanlar, neye göre yaşadı ve değerlendirildiler? Ölümü hak etmek diye bir şey var mı? Annesi cam silerken, su kovasının içine düşüp boğulan bir bebek. O zaman şu soru geliyor akla: “Beşik sormuş nereden, kefen sormuş nereye?” Otopsi yaparken, o kişilerin hikayelerini okursanız, o dünya, o acı, sizi içine çekiyor. En azından bana öyle oldu. Oradaki kişiler, hayatımın bir parçası haline geldi. Ve bu, duygusal bir bataklık. Baktım ki, “Şöyle olsa, böyle mi olurdu? Böyle olsa şöyle mi? İkinci bir şans olabilir miydi?” gibi sorular sormaya başlamışım…
+ Ama haklısınız, sorar insan…
– Bir keresinde, hem kendisini hem özürlü çocuğunu öldüren bir anne-oğul geldi otopsiye. Bunlar benim acı kutucuklarım, şimdi size anlatırken açılıyor yeniden. O kadar fena oldum ki. Anne, babaya bir mektup bırakmış, sitem eden bir mektup. Okuyunca anlıyorsunuz ki, baba, doğumdan itibaren çocuk özürlü oldu diye anneyi suçlamış. Oysa, bunda kadının suçu ne? Peki özürlü çocuğun suçu ne? Sefalet diz boyu. Para pul yok. Büyük acılar çekmişler. Ve sonunda çaresizlikten anne, kendisini de, o en sevdiği varlığı da ortadan kaldırmak zorunda hissetmiş kendini. O bedenler üzerinde çalışken ağladım. Ve bu işi daha fazla sürdüremeyeceğime karar verdim. Psikiyatriye yöneldim, Çapa’da çalıştım. 20 sene uğraştıktan sonra de kitap yazmaya ve eğitim vermeye başladım. Şimdi de danışmanlık yapıyorum.
İYİLİK YAP BU SENİ KURTARIR
Nereye koştuğun değil, nereden kaçtığın önemli! Ben mesela nereden kaçtığımı biliyorum. Lisede babam öldü, Adlı Tıp’ta çalışırkense annem. Üstelik Adli Tıp’ta binlerce ölü gördüm. Ben sevdiklerimi kaybetmekten korktum, ölümden kaçtım ama ölümle yüzleştim de. Kolay olmadı, bazı şeyleri çözdüm, bazılarını çözemedim, hâlâ çekmecelerde gizli. Ama artık ölümün konuşulduğu yerlerde olmaktan hoşlanmıyorum. Bu tür filmler de seyretmiyorum. Önüme bakıyorum, ileriye, insanları mutlu görmek istiyorum, edebilirsem mutlu etmek istiyorum. Sevdiği insanları kaybedenlere hep aynı şeyi öneriyorum. “Keşke onu daha çok arasıydım” diyor mesela, o sevdiği insanın kaybı üzerinden hayatı sorguluyor. Bırak artık öyle düşünmeyi, olamadı, yapamadın, telafisi de yok. Kabul et ve ilerle. Onun yerine, sevdiğin diğer insanlar için çaba göster. Onları daha çok ara. Mutlu et, iyilik yap. İyilik yapmak kadar insanı iyi hissettiren başka hiç bir şey yok! Ben 47 yaşında, göbekli, kel ve kambur bir adamım.
BENİM GERÇEĞİM BU
Bütün o payeler, sıfatlar güzel ama yine de biz, neysek oyuz. Ben mesela 47 yaşında, göbekli, kel, kambur, tıp fakültesini bitirmiş şimdi danışmanlık yapan bir adamım. Bu ezik bir duruş değil. Zayıflık da değil, kendini olduğu gibi kabulleniş. Tabii ki fitness’a başlayabilirim, göbeğimi eritebilirim, ama boyumu uzatamam mesela, saç ektirebilirim ama kel olmak daha güzel gibi. Ben kendimi böyle kabul edebiliyorsam, değerliyim.
400 YIL SONRASI İÇİN Mİ ÜZÜLEYİM YANİ
Bir arkadaşım küresel ısınmadan duyduğu kaygı yüzünden gündelik hayatında mutsuz. Ama öyle böyle değil. Ben de bunu anlamıyorum. Evet ısınıyoruz ama n’apalım! Bozcaada’da rakı içmeyi çok severim, bir gün yine içiyoruz, “Murat” dedi, “Bir gün buralar çöl olacak”, “Neresi abi?” dedim, bir baktım Çanakkale Boğazı’nı gösteriyor. “Ne zaman?” dedim “400 yıl sonra” dedi. Ben de boş ver abi lafının biraz argosunu söyledim. “Sen duyarsız olmuşsun!” diyor. Duyarlı olsam ne yazar, 400 yıl sonra için şimdi mi üzüleceğim? Bu, bir yatkınlık haline geliyor. Sürekli olumsuzluk üzerine kurgulanmış bir süreç. Bense şöyle diyorum: Sahip olduğumuz değerlerin ve hayatın tadını çıkaracağız. Şükretmek budur. Genç bir kadın geliyor, bir işi var, sağlığı yerinde, güzel ama yetmiyor. “Neden sevgilim yok? Evlenir miyim sizce? Çocuğum olur mu?” Sürekli sorular… Bırakın ya soru sormayı. Hayatı kendi akışına bırakın. Diyorum ki ben de, “Sahip olduğun meziyetlerin tadını çıkarırsan, bu yüzüne yansır, o zaman daha güzel ve cazip olursun, sevgili de bulursun!”
ORTA YAŞTA ARAYIŞA ÇIKANLAR ARADIKLARINI BULAMAYACAKLAR
Evet, erkek 40’larında bir kriz yaşıyor. Ben şöyle tarif ediyorum o dönemi: Mesleki ve maddi olarak belli bir yere gelmiş oluyor. Çoluk çocuğa karışmış oluyor. Ve birden, “Aman Allah’ım 40 oldum. Ömrümün yarısı gitti. Hayat elimin altından kaçıyor, yakalamam lazım” diye telaşa kapılıyor. Bir sürü kitap okuyor. Ve bir arayışa giriyor. Mesela doğa fotoğrafçılığına sardırıyor. Ama o güne kadar eline makine almış mı? Hayır. O yürüyüşlerin birinde bir kadınla tanışıyor. Karısı, “Sen benimle ilgilenmiyorsun!” diyor, o da “Sen de beni anlamıyorsun!” diyor. Evet, adam anlaşılabilecek durumda değil. Çünkü ne yeni tanıştığı kadın ne de başka bir şey… Onun kafasını hayat karıştırıyor. Evliliği değil, hayatı sorguluyor. Oysa hayat bu kadar karmaşık değil. Ha tamam, çiftler çok kavga ediyorsa boşansın. Ama hayatın anlamını aramak üzere bir yolculuğa çıkıyorsa yazık. Bulamayacak. Pek çok böyle vaka gördüm. Aradan yıllar geçmiş, “Nasıl yaptım, güzel aileme nasıl kıydım?” diyor. Ama köprünün altından çoook sular akmış oluyor.
TÜRKLER CUMARTESİDEN CUMARTESİYE SEVİŞİR
Toplum olarak cumartesileri sevişiyoruz. Neden? Pazar tatil çünkü. Gerçekten. Sanki halı sahada maça çıkıyoruz. Bizim için, bu işin zamanlaması var. Cumartesiden cumartesiye. Tok karnına da tavsiye edilmez. Neden? Baskı yapar. Toplam 15 dakikalık bir sevişme için, elmalar soyuluyor, sindirim kolaylaşsın diye kahveler yapılıyor. Ve sevişmek için kutsal odaya doğru yola çıkılıyor. Ne oluyoruz ya! Her şey doğal yaşansa, daha iyi olmaz mı?
MAAİLE YOĞURT SAVAŞI
İşte dünyanın en güzel oyunu. Üç kap yoğurt alın. Eve gittiğinde eşinize deyin ki, “Kızımla banyoda oyun oynayacağız. Sen de gel, bize numaradan kız!” Sonra çocuğunuzu banyoya götürün, “Al bak bunu aldım” deyin, yoğurdu verin. Şaşıracak, hatta biraz burun bükecek. İstifinizi bozmayın, kendi yoğurdunuzu açın ve birden onu yüzüne sürün, sonra bir daha, gülmeye başlayacak, o da size sürecek, o sırada anne gelecek, “N’apıyorsunuz siz?” diye numaradan kızacak, hesap soran anneye, gülerek yoğurt atın, o da boş durmayacak, o da atacak. Buyurun kahkahalarla ailecek güleceğiniz bir yoğurt savaşına! Dünyanın en mutlu çocuğu, gülen çocuk aslında. Pahalı oyuncaklar filan palavra. Çocuğun anneden babadan tek beklentisi bu: Gülmek istiyor, oynamak istiyor. “Önce testini çöz sonra oyna” diyorlar. Fena buluyorum. Çocuklarımızın en doğal hakkı olan sevgi paylaşımını başarıya endeksleyerek bir ödül haline getiriyoruz. Çocuk, eğer başarılı olursa, onu sinemeye götüreceğiz, ödevini yaparsa ona bisiklet alacağız. Yanlış! Bir kere de deyin ki, “Sinemaya mı gitmek istiyorsun? Hadi gidelim”, o zaman o size “Benim ödevim var” diyecek. “Sana güveniyorum sen yaparsın” deyin sinemaya gidin, inanın yapacaktır. Hele, bir de “Babam bunları beni mutlu etmek için yapmıyor, benimle vakti geçirdiği için gerçekten mutlu” diye düşünürse, kim o tutar o çocuğu?
İŞ HAYATINIZDA YANGIN ÇIKARSA SÖNDÜRÜRSÜNÜZ SOSYAL HAYATINIZDA ÇIKARSA DA SÖNDÜRÜRSÜNÜZ AİLE HAYATINDA ÇIKARSA YANARSINIZ!
+ Siz hep başarılı mıydınız?
– Nerdeee? Kızlar, briç, kantin… Ailemin yüz karasıydım. Lise 1’de üç dersten ikmale kaldım, lise 2’de 9, lise 3’te sınıfta kaldım.
+ Peki nasıl kazandınız Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni?
– Bir gün dersaneyi kırdım, Konak Sineması’na girdim, ‘La bom’ diye bir gençlik filmi vardı, çok da matah bir değildi ama hayatımı değiştirdi. Baktım gençler gülüyorlar, eğleniyorlar ve o filmi izleyen bunalımlı bir Murat Bilgili var. Hayatı açmaz içerisinde, liseyi zar zor bitirmiş, dersaneye adapte olamıyor. Filmden çıkınca, şöyle bir ruh haline büründüm: “Her şeye yeniden başlayabilirim.” Gittim kendime teksir kağıdı aldım, eve döndüm ve masaya oturdum. Filmlerde olduğu gibi gelişmiyor tabii, çalışamadım. Çünkü çalışma alışkanlığım yoktu. Ama o gün ilginç bir şey oldu, pes etmedim. Bunu, danışmanlık verdiğim çocuklara da öğütlüyorum. Sıkıldım ama o masadan kalkmadım. Ve bu olayı, ders çalışma probleminden çıkartıp, bir inatlaşamaya döktüm. “Burada oturacağım, çalışsam da olur, çalışmasam da!” Böyle başlayan bir süreçte, masa başında hep daha uzun oturmaya başladım ve daha fazla soru çözdüm. Sonunda kazandım.
+ Hekim oldunuz, adli tıp uzmanı oldunuz, derken yazar oldunuz ve şimdi eğitimler veriyorsunuz. Yaşam koçusunuz yani! Ne demek bu yaşam koçu?
– Haklısınız, şu anda nereye çekseniz oraya gelen bir kavram. Her gün yeni yaşam koçları çıkıyor. Bu kadar yaşam koçu enflasyonu da düşündürüyor insanı!
+ Siz nasıl oldunuz?
– Olmadım, bu hale getirildim! İnsanlara, hedeflerine ulaşma konusunda destek oluyorum. Ama sınırları net çizmek lazım. Eğer kişi, piskiyatrik anlamda desteğe ihtiyaç duyuyorsa, bunun yaşam koçluğuyla alakası yok.
+ Ben sizin eğitimlerinize gelsem ne öğreneceğim?
– Kişisel gelişim başlığı altında verilen tüm eğitimleri. Ama tabii çok normal bir eğitmen olduğum söylenemez. İnsanlara ilk ders şunu anlatıyorum mesela: “İş hayatınızda yangın çıkarsa söndürürsünüz, sosyal hayatınızda çıkarsa da söndürürsünüz ama aile hayatında çıkarsa, yanarsınız!”
+ ‘Ne pahasına olursa olsun başarı’ diyenlerden değilsiniz yani…
– Tam tersine, hedeflerin zaman zaman hayatımızı kararttığını düşünüyorum. Tabii ki hedef koyacağız, o hedefe ulaşmak için uğraşacağız ama şöyle bir durum var, ulaştığın o hedefe geldiğinde bir dur, bir es ver. Bizler artık öyle bir haldeyiz ki, onun bile tadını çıkaramıyoruz, çünkü sürekli koşuyoruz, bir sonraki, bir sonraki. Ulaştığımızda hedefimizi de tüketiyoruz. Ortaya çıkan tablo acıklı, başarılar tükeniyor, ilişkiler tükeniyor, aşklar tükeniyor. Hedeflerin tutsağı haline geliyoruz.